Melis Behlil ve Yeşim Burul, Kurak Günler filminin yönetmeni Emin Alper’le filmin ortaya çıkış sürecini ve Kültür Bakanlığı’nın gündemde yer alan kararını konuşuyor.
Melis Behlil: Bu hafta bir konuğumuz var: Emin Alper. Hoşgeldin!
Emin Alper: Hoşbulduk!
Yeşim Burul: Geçen hafta vizyona girdiğinde Melis'le birlikte Kurak Günler’i etraflıca değerlendirme fırsatımız olmuştu. Bu hafta da yönetmeniyle hem filmi hem de filmle ilgili süreci konuşmak için bir araya geldik. Üzerinden bir hafta da geçti. Spoiler verme korkusunu birazcık azaltarak daha rahat konuşuruz diye düşündük. Öncelikle çok tebrik etmek istiyorum. Cannes’dan beri devam eden yolculuğu, aldığı ödülleri ama onların da ötesinde filmin ilk hafta sonu itibarıyla 50 bin bandını da geçmesini… Bu çok büyük bir başarı. Özellikle pandemi sonrasında sinemaların performansını düşünecek olursak insanların yeniden koşturarak sinemada, karanlıkta, bir filmin dünyasında kaybolmayı özlediklerini de müjdelemiş oldu Kurak Günler. Tekrar çok tebrikler.
E.A.: Çok teşekkür ederim. Seyircinin gösterdiği bu teveccühten biz de çok memnunuz. Rakamlar beklentimizi biraz aştı. Cannes’dan beri filmin çok merak edildiğini, Antalya Film Festivali'nde bu merakın daha da arttığını biliyorduk. Diğer filmlerimle kıyasladığım zaman hiç görmediğim bir merak ve beklenti var. Bir de bakanlığımız son anda yaptığı PR çalışması her zaman olduğu gibi yine seyircinin ilgisini çok arttırdı. Ben de görüyorum ve seviniyorum. “Salonları özlemişiz. Hele bir de dolu salonda film izlemeyi özlemişiz” gibi lafları çok duyuyoruz. Salonlara gidenler festival filmlerinde on beş, yirmi kişiyle film izlemeye alışkınlardı. Bu seyircinin dolu salonlarda film izlediğini duymak, bunun bilgisini almak gerçekten çok hoşumuza gidiyor. Covid-19’dan sonra ve salonların kan ağladığı bir dönemde bunun olması çok manalı. Umarız bu ilgi devam eder, diğer arkadaşlarımızın bağımsız filmlerine de bu yoğun ilgi devam gösterir. Çünkü gerçekten sinemamız bunu hak ediyor. Son yıllarda çok nitelikli işlere imza atılıyor.
M.B.: Bakanlığın verilen desteği geri talep etme skandalı konusunda hayli konuştun. Ama dinleyicilerimiz için kısaca süreci özetlersen çok seviniriz.
E.A.: Söz konusu desteğe 2018 yılında başvurduk, 2019’da destek alındı. Fakat bu süre içerisinde ben senaryoda değişiklikler yaptım. Senaryoya hem estetik hem de politik nedenlerle iki erkek arasındaki homoerotik ilişkiyi tasvir eden sahneler koydum. Karakterleri de bu yönde değiştirdim. Bunun bakanlık tarafından hoş karşılamayacağını biliyorduk. Malum, homofobinin resmî devlet politikası hâline geldiği bir dönemden geçiyoruz. Dolayısıyla biz de süreci kendi açımızda dezavantajlı hâle getirmemek, önümüzü görmek açısından çekimlerden önce bu değişikliklerle ilgili bakanlığı haberdar ettik.
Y.B.: 2021 yılında sete girmeden önce bakanlığa senaryonun son hâlini göndermişsiniz. Yanlış hatırlamıyorsam ikinci taksidi yatırdılar.
E.A.: Aynen öyle. Birtakım medya kuruluşlarında yansıtıldığı gibi bir kandırmaca yok. Bir senaryo verip bir başka film çekmek gibi bir durum söz konusu değil. Ayrıca bu da olabilirdi. Verilen senaryoyu birebir çekmek durumunda değiliz. Dünyanın hiçbir yerinde olmaz böyle bir şey. Sinirlendiğim şey biraz da o. Senaryoyu her noktasında okumak zorunda değiller. Hiçbir destek sistemi böyle işlemiyor. Destek en başta fikre veriliyor. Yapılabilecek bir film olmasına veriliyor. Benim verdiğim senaryodan sonra da çok şey değişti. Kurguda bir sürü şey değişir. Kurguda bazen baştan aşağı filmler değişiyor. Mesela üç ana karakterin kurguda tümüyle çıktığı versiyonlar ortaya çıkıyor. Bunun çok fazla örneği var. Değişebilirdi ve bu da son derece meşruydu. Ama öyle bile olmadı. Senaryo, son verdiğimiz senaryoya çok yakın. Tabii ki atılmış çok sahne var ama eklenmiş sahne yok. Maalesef sağda solda, uluslararası medyada görüyoruz. Sadece iktidar yanlısı çevreler değil muhalif çevreler bile hâlâ aynı şeyi söylüyor. Bir kez daha söyleyeyim: Cannes’dan itibaren bir tür iktidar yanlısı medya kampanyası başlatıldı. Cannes’daki olay Queer Palm’a aday olmamız meselesi üzerineydi. Antalya'daki de benim yaptığım konuşmayla ilgiliydi. “Devletten para alıp devlete küfür ediyorlar” tarzında bir saldırı vardı. Ona da cevap vermiştim. Bu para bir kere kimsenin kasasından çıkmıyor. Bu, hiçbir partinin, hiçbir şahsın kasası değil. Bu para vergilerimizden oluşturuluyor ve bunun amacı da sinemamızı desteklemek. Filmin uluslararası başarısı da bu desteğin doğru yere gittiğinin en açık işareti. Bunun ötesindeki bütün kararlar politik kararlar. Gelinen noktada, baskıların da etkisiyle, gösterime çok kısa bir süre kala para geri istendi. Hikâyenin özeti bu. İstenen para 600 bin lira, faizi 880 bin lira. Fakat aslında bizim zararımız daha yüksek. Çünkü bakanlık normalde verilmesi gereken üçüncü taksidi hiçbir zaman vermedi. Dolayısıyla yapımcımız Nadir Öperli’nin ciddi bir borcu vardı. Nadir’in zararı bir buçuk milyonu buluyor.
Y.B.: Bu karara herhangi bir hukuki itiraz için de öncelikle ödeme yapılması gerekiyor. Ondan sonra hukuki bir süreç başlatılabilir. Dolayısıyla filmin şu anda gelirini artırması ve Nadir'in borcunu ödemesi gerekiyor. Bir taraftan da bakanlığa bu geri ödemenin yapılması için filmin gişedeki başarısı ayrıca önem kazanıyor. Seyircinin de bunu görüyor olması önemli. Bazı noktalarda farklı eleştiriler geliyor olabilir. Ama uzun süredir Türkiye'de genel kamuoyunun doğru yerde durduğuna ve doğru aksiyon aldığına denk gelmek umut verici. Onlar durumu çok iyi anladı ve o dayanışma bence çok güzel yayıldı.
E.A.: Kesinlikle. Bağımsız sinema derken hep piyasadan bağımsız olmayı kastediyoruz ama piyasadan bağımsız olacağız derken bu kez bizim gibi ülkelerde devletten bağımsız olma meselesi gündeme geliyor. Bu anlamda gerçekten kaliteli sanat filmleri izlemek isteyen seyircilerin filmi sinemada izlemesi bizi devlet finansmanından da bağımsızlaştırıyor. Bağımsız bir sinema yapmanın olanakları artıyor. Ulusal sinema merkezlerinin siyasetten bağımsız kurulduğu Batı Avrupa ülkelerinde bu hâlihazırda sağlanmış durumda. Ama biz de doğrudan Kültür Bakanlığı desteği hâlinde sürdüğü için bu çok önemli. Bizi siyasi baskılardan bağımsızlaştırmak için çok ciddi bir kampanya düzenlendi. Aslında buna benzer dayanışmalar son yıllarda çok oldu. Örneğin Gülşen meselesinde inanılmaz bir dayanışma oldu. İptal edilen konserler söz konusu olduğu zaman da kamuoyu bir tür sivil toplum tepkisi vermeye başlamıştı. Senin örneğinde de tam bir sivil toplum tepkisi oldu. Yani “Devlet vermezse biz veririz” dediler. Son yıllarda sanatçılara yönelik artan baskı kamuoyunda bu refleksin gelişmesine neden olmuştu.
M.B.: İlk hafta sonu bunun olması iyi oldu. Çünkü bundan sonra da epey bir insan gördüğü için kulaktan kulağa yayılabilir. Az insan gördüğünde kulaktan kulağa yayılma ihtimali de kalmıyor. Bu film özelinde insanlar sadece destek olmak için gitmiyor. Bir yandan da bu sene çıkan en iyi filmlerden birini görmek için gidiyorlar. Ve daha fazla insan gördüğü için yayılacağını umuyoruz. Bunu ülkenin PR'ına çevirmek de mümkün. Birkaç sene önceki İsrail örneğini hatırlıyorum. İzak Rabin’in katiliyle ilgili bir belgesel devlet desteğiyle yapıldı diye bayağı bir gürültü koptu. Cumhurbaşkanı o zaman çıkıp “Biz öyle bir ülkeyiz ki, o kadar özgürüz ki, ona bile para veririz. Sonra eleştiririz ama onun sansürünü yapamayız” demişti. İsrail'i pek çok açıdan eleştirebiliriz. Ama bunu kendi lehine çevirebilmişti.
E.A.: Bu, devlet adına çok daha incelikli bir PR çalışması olurdu. Ama şu an o incelikten çok uzak bir noktadayız. Bu da uluslararası festivallerde başıma çok geliyor. Mesela Abluka’da geldi. Abluka benim bakanlık desteğiyle çekilmiş son filmim. Ondan sonra bir daha bakanlık desteği alamadık. Şu an olsa Abluka’ya da hayatta destek verilmezdi. O zamanın koşulları daha farklıydı. Uluslararası festivallerde o kadar çok soruldu ki... Öncelikle şunu soruyorlar: “Bu film Türkiye'de yasaklandı mı?” Ben de diyorum ki: “Yasaklanmak bir yana bakanlık tarafından desteklendi.” Çok şaşırıyorlardı. Bazı yerlerde logoyu görüp soruyorlardı: “Bu film Kültür Bakanlığı tarafından nasıl desteklendi?” Ben de anlatmakta zorlanıyordum, “Biz özgür bir ülke değiliz ama o kadar da değil” diyordum. Yarı demokrasiyi Batı Avrupalılara izah etmek çok zor. Diktatörlük, otoriter rejim, totalitarizm dediğinizde ne dediğinizi anlıyorlar ama yarı demokrasi fikri onların kafalarında bir yere oturmuyor. Sürekli “Nerede başlıyor demokrasi? Nerede bitiyor? Özgürlük nerede başlıyor? Kim hapse giriyor? Sen hapse girecek misin?” benzeri sorular var. Bu örnekte de festivalleri dolaşırken hemen hemen benzer sorular geldi. Ben bu sefer en başından beri daha temkinliyim. “Verdiler ama geri alabilirler, henüz tam vermiş kabul etmeyelim” diyordum çünkü Cannes’dan beri durum onu gerektiriyordu. Ama bu gündeme gelmeseydi, Cannes’dan çok önce bizim dosya kapatılsaydı, durumu anlardım. Devlet de bunu pekâlâ bir PR olarak görebilirdi. “Biz böyle filmleri de destekliyoruz” diyebilirdi. Ama dediğim gibi, iktidar artık böyle ince PR'lardan, hegemonya stratejilerinden fazlasıyla uzak.
Y.B.: Filmin serüveni Cannes’da “Belirli Bir Bakış” bölümünde başladı. “Belirli Bir Bakış” bölümü, çoğu sektör temsilcisi tarafından da en heyecan verici bölüm olarak kabul ediliyor. Çünkü "Ana Yarışma" yıldız isimlerin bir araya gelmesinden oluşurken “Belirli Bir Bakış” bölümü hakikaten farklı bir şey yapan ve söyleyen, farklı anlatım tarzlarını deneyen yönetmenlerin işlerinin bulunduğu, sinefilleri heyecanlandıran bir bölüm. Queer Palm ise bir kategori ya da bölüm değil. Festival boyunca gösterilen filmler arasında uygun görülen birine verilmesi düşünülen ödüllerden biri. Bunları karıştırmamak gerekiyor. “Belirli Bir Bakış” bölümüne seçilmiş olmak da dikkat çekmek açısından çok büyük bir başarı ki zaten film o zamandan beri konuşuluyor. Orada eleştirmenleri çok heyecanlandırdı. Sonra Antalya'da da benzer bir tepki gördük. Sadece film eleştirmenlerinin değil seyircinin de filme karşı çok büyük bir ilgisi oldu. Antalya seyircisi zor bir seyircidir. Buna karşın “Bu filme hazırdık, bu filmi bekliyordu Türkiye” gibi yorumlar geldi. Son altı senedir devam eden, hatta belki öncesinden gelen bir yozlaşma ortamında yaşıyoruz. Suistimal, adaletsizlik, sıkıştırılmışlık hissi, linç kültürü bir norm hâline geldi. Bunların hepsini, o içimizde biriken öfke ve isyanı dile getirecek bir kanal arıyorduk. Derken sen, Kurak Günler’de bunların hepsini bir araya getirdin. Bu, senin de uzun süredir üzerine düşündüğün bir hikâyeydi. Filmin tahayyül aşaması bu filmin çekiminin çok öncesinde başlıyor. Bu hikâye ilk ne zaman ortaya çıktı?
E.A.: Benim taslaklarım filmin çekiminden çok daha önce başlıyor. Ama Kurak Günlerbu anlamda farklıydı. Kafamda oluşması ile yazılması arasındaki zaman çok kısaydı. 2018 yazında ilk taslak çıktı. 2018 kışında da yazmaya başladım. Bunun nedeni de güncel durumla ilgisiydi. Güncel durumla ilgili bir şeyler yazma hissiyatıyla hareket ettiğim için elimde bekleyen diğer hikâye ve sinopsislerden farklı bir sürece tabi oldu. Zaten belli bir aşamaya gelmiş sinopsis ve tretmanlarımı bir tarafa bırakıp bu hikâyeyi yazmaya çalıştım. Dolayısıyla asıl gelişme süreci 2018 sonbaharından 2021 yazına kadar olan süreçti. Hikâye defalarca tekrar tekrar yazılarak geliştirildi.
Y.B.: Bu taşrada geçen bir hikâye. Yanıklar adlı bir kasabada geçiyor. Ankara'dan genç savcı Emre geliyor ve kendini birdenbire bu taşrada, küçük kasabanın siyaset oyunları içerisinde buluyor. Ama bir taraftan da kendi yetişme tarzı ve temsil ettiği değerlerle büyük bir çatışma yaşıyor. Bu ortamda çeşitli pozisyonlar almak durumunda. Bir taraftan su meselesi var. Su ve susuzluk önem arz ediyor. Su, Susuz Yaz’dan bu yana sinemamız için de hakikaten önemli bir anlatı öğesi. Kasabanın çeşitli yerlerinde obruklar oluşmaya başlıyor. Obruklar, günümüz Türkiye sinemasında ana bir motif olarak karşımıza çıkıyor. Ülkenin bu dönemini bir nevi çukur içerisinde gibi yaşıyor olmamız da bunda etkili. Bu açıdan düşündüğümüzde, bütün karakterlerine belli bir mesafede duruyorsun. Bunda sosyal bilimci olmanın da bir etkisi var gibi. Çok rahatsız edici karakterlerle bile özdeşleşebiliyoruz. Filmin içerisinde pek çok yan karakter de var. Gazeteci Murat, Avukat Şahin, Dişçi, Kemal, Belediye Başkanı, Hakim, Kadın Hakim… Ve bütün bunlar kendimizi gittikçe ritmi artan bir siyasi gerilim filminin içinde bulmamızı sağlıyor. Yerimize çivilenmiş gibi hissettik, kalkamadık. Bir anlamda o hikâyenin içine sokuyorsun. Pek çok motif izleyiciye gerçekçi geliyor. Filmde hepimizinkişisel deneyimleriyle bağdaştırabileceği şeyler var. Bir taraftan da senin filmografinde, ilk filminden itibaren süzülüp gelen temalar bulunuyor. Ötekileştirme, ötekiyle kurduğumuz ilişkiler, Abluka’daki o klostrofobik atmosfer, Kız Kardeşler’deki kadınların durduğu yer… Daha önceleri kadınların hikâyelerini beslemelik gibi, Türkiye sinemasında pek ele alınmamış bir konu üzerinden anlatırken, bu filme baktığımızda kadınların yokluğu sanki bir aynanın iki ayrı yüzü gibi gösteriliyor. “Nerede o kızlar, kadınlar?” diye soruyoruz.
M.B.: Bu filmin diğer filmlerinden farklı bir yerde durduğu söyleniyor. Özellikle kasabayla, taşrayla ilgili mesele yüzeye çıkmış durumda. Bana ilginç gelen ve herkesi de bu kadar etkileyen şeylerden biri şu: Son senelerde Abluka gibi filmler bir anda arttı. Distopik yakın gelecek, karanlık, neresi olduğu belli olmayan bir şehir… Burada da Yanıklar var olmayan bir kasaba ama bir yandan da gerçeklikle ilişkisi var. Tanıdık bir yerde geçiyor. Filmdeki o üstü örtük “Ya böyle şeyler oluyorsa” düşüncesi ile “Bunlar oluyor ve bu aslında her yerde oluyor, dolayısıyla hepimizi etkiliyor” düşüncesi arasındaki geçiş çok etkileyici. Seyircileri yerlerine çivileyen şeylerden biri de o olsa gerek.
E.A.: Daha önceki filmlerim hep genel ve soyut argümanlarda temellenebilecek metaforik hikâyelere dayanıyordu. Ötekileştirme, bizim siyasetimizin yakın tarihini tanımlıyor. Abluka zamanında sürekli, periyodik olarak düştüğümüz siyasi karabasana gönderme yapıyorduk. Tam film çıktığı zaman da yine benzer bir politik iklim oluşmuştu. Bu kez söz konusu olan farklı bir durum. Çünkü gerçekten farklı bir dönemden geçiyoruz. Her zaman bir yarı demokrasi olduk. Hiçbir zaman siyasi sorunlarımız bizi tatmin edecek şekilde çözüme kavuşturulmadı. Özellikle 2016 sonrası yani OHAL dönemi ve daha sonra OHAL'in süreklilik kazanması, Cumhuriyet tarihinde de çok istisnai bir döneme denk geliyor. Bu dönemi genel ifadelere dayanarak anlatmak istemedim. Bu dönemi metaforlarla, başka dönemleri de temsil edilebilecek yaklaşımlarla değil doğrudan, direkt cümleler kurarak anlatmak istedim. Belki bu film aciliyet duygusu hissettiğim için böyle. Yani kasaba bir alegori değil. Kasaba Türkiye ve bu alegori olmayacak kadar açık. Dolayısıyla bu anlamda söyledikleriniz doğru. Bu filmin hikâyesi çok daha doğrudan.
M.B.: Obruklar da Konya'da çok var, değil mi?
E.A.: Bazı arkadaşlarım obruğun ismini bile ilk kez duymuşlardı. Bizim için ise çok tanıdık bir olgu. Ne olduğu da bilinmiyor, nasıl oluştuğu da... Herkese ben anlattım. Ama gündemi takip eden dikkatli gözler obrukları fark ediyordu. Bir tarlanın ortasına birden oluşuyor, drone’larla çekiliyorlar. Benzer bir şekilde Tayfun Pirselimoğlu da filminde obruk kullandı. Özcan [Alper] de filminde obruk kullanmıştır. Tesadüfi bir şekilde yönetmenler obruk imgesinin peşine düşmüş gibi gözüküyor.
Y.B.: Arada böyle bir telefon trafiği oluyor mu? “Siz hangi obruğu çekiyorsunuz? Biz hangi obruğu çekelim?”
E.A.: Yok vallahi. Özcan'la konuştuk. Çok sık konuşuyoruz. Özcan’ınkiler çok daha farklı, onlar Toros obrukları. Oluşma nedenleri ve biçimleri de farklı. Özcan'ınkiler neredeyse bir mağarayı andırıyor. Toroslar'ın arasında, kayaların içerisinde ortaya çıkıyorlar. Benimkiler ise kratere benziyor. Ovada ani bir çöküntüyle oluşuyor.
M.B: Obrukların temsil ettiği, bir ahlaki çöküntü durumu. Parlamenter siyasetten bağımsız olarak reel politikaya, günlük hayatımız içerisindeki o ahlaki çöküntüye dair de filmde o kadar çok şey var ki. Oyuncu kadrosu ise birbirinden iyi oyunculardan oluşuyor. Onları da hızlıca saymak lazım: Selahattin Paşalı, savcı Emre rolünde. Ekin Koç, gazeteci Murat rolünde. İki büyük yıldızın bu rolleri kabul etmesini çok takdir ettim. Çok başarılı ve cesurlar. Türkiye'de jön oyuncularda böyle bir rol tercihi çok sık görebildiğimiz bir şey değil. Erol Babaoğlu ve Erdem Şenocak, filmin hem gerilimini hem de anlatısını yükselten performanslar sergiliyorlar. Selin Yenci'nin canlandırdığı kadın hakim ise o ahlaki çöküntü odaklarından birini temsil ediyor. Mevcut düzenle uzlaşarak var oluyor; uyum sağlamanın ötesinde o çöküntünün mihenk taşlarından biri hâline geliyor. Filmde başka konular da var: Filmi LGBTİ+ meselesine dokunması konuşturdu ama şu anda gündemde olan bir diğer konu çocuk istismarı ve film bu konuya da dokunuyor. Bu konudaki mesafeli duruşunu çok takdir ettim. Çünkü insan o hikâyenin peşine takılıp gitmek isteyebilir.
E.A.: Bu, senaryonun en zorlayıcı taraflarından bir tanesiydi. Çünkü senaryoda peşine takılıp gidilebilecek çok hikâye var. İlk kez çok berrak ve net çalışmak için şema çıkardım. Üç tane ana damar var. Bir tanesi su yani kasaba siyasetine, diğeri homofobiye, sonuncusu ise o gece işlenen suça dair hikâye. Bu üç ana hikâyenin birbiriyle kesiştiği ve ayrıştığı yerler var. Bunların yan öyküleri var. Ama dediğim gibi, hepsi izleyiciyi ayrı ayrı sürükleyebilecek potansiyele sahip. Onların hepsini filmde dozunda yansıtmak gerekiyor, zira hem anlatı açısından hem de politika açısından risk arz ediyorlar. Film bu bağlamda çok eleştiriye açık ki bu bağlama dokunan eleştiriler de geldi.
Bantmag’de Harun Tekin'in sorusuna cevaben şöyle söylemiştim:
Tek karakteri takip eden hikâyeler bu anlamda risksiz. Bunu tecrübelerimden de çok iyi biliyorum. Ne kadar çok karakter işin içine girerse hem estetik anlamda hem de politik anlamda film daha riskli bir hâle geliyor. Harun şu soruyu sormuştu: “Senin filmlerin niye çok tartışılıyor? Filmlerin hem çok övülüyor hem de çok eleştiriliyor.” Böyle gerçekten.
M.B.: Filmin sonunda güzel bir kurdeleyle her şeyi bağlayıp, netleştirip seyirciye basit bir sonuç da sunmuyorsun.
E.B.: Şu soru hep soruluyor: “Savcı karakteri niye aklanmadı?” Belli ki seyirci savcının yüzde yüz masum olması gerektiği fikrinde. Bir flashback gelsin ve olaylar açığa çıksın isteniyor. Çünkü böylece savcıyla rahatlıkla özdeşleşebileceğiz. Bundan niye uzak durduğumu uzun uzun anlattım. Filmin yapım aşaması zor bir süreçti. Şu an size sadece bakanlığın vermiş olduğu parayı faiziyle geri istemesinin yaratmış olduğu mali zorluk yansıyor ama ön yapım aşamasında da, filmin içeriğinden kaynaklanan nedenlerle biz çok büyük zorluklar çektik.
Y.B.: Zaten seninki gibi filmler kısıtlı bütçelerle yapılıyor. Pek çok çekimi tekrar tekrar yapma şansınız yok. Ama buna rağmen film iddialı. Görüntü yönetmenini de tebrik etmek gerekiyor. Yunanlı bir görüntü yönetmeni olan Christos Karamanis’la çalıştın. Filmin başındaki domuz avı takibi sahnesinden, filmin sonundaki o kapkaranlık, hakikaten kendimizi çukurda hissettiğimiz anlara varıncaya kadar filmin müthiş bir görüntü yönetimi var.
M.B.: Su öğesini de hesaba katınca film bende bir tür Anadolu noir hissi yaratıyor. Sinematografi de bu hissin yaratımına katkıda bulunuyor.
E.A.: Bu filmi en başından beri hep bir neo-noir olarak düşündüm ve tasarladım. Çok zor sahnelerimiz vardı. Bunları çektiğimiz zaman aralığını düşünürseniz, benim için sürecin korkutuculuğu sizi nezdinizde daha anlaşılır hâle gelir. Açılış sahnesini çektikten sonra Christos'yla birbirimize döndük. “Bu sahneyi üç saatte mi çektik gerçekten?” diye sorduk. İnanamadık! Müthiş bir hızla çalışmak zorunda kaldık. Güneş batıyor, onunla mücadele ediyorsun. Kalabalıklar var. Domuz maketi var, ondan kan akmıyor. Bir daha tekrar etme şansın yok. “Ne yapalım bunu bırakalım mı?” Anında kararlar vermek zorundasın. Delirticiydi. Keza final de yine öyleydi. Zifiri karanlıktasınız. Hiçbir ışık yok. Koşullar ekip çalışması yapmak için çok zordu. Ekip birbirini göremiyordu. Buna rağmen ekibimiz muazzam bir iş çıkardı. Christos ve kamera ekibi müthiş çalıştı. Bir kere pek çok görüntü yönetmeni finaldeki sahneye benzer bir sahneyi çekmeye cesaret etmez. “Muhakkak bir ışık kaynağı olsun. Bir ay ışığı yapalım, bir yapay ışık olsun” der. Ben ısrarla bundan uzak durmak istedim ama bu fikri hemen kabul etti. Ve bütün sahneyi bunun üzerine inşa ettik. Dolayısıyla da bu zorlu şartlarda ve kısa zamanda çalışan bütün ekibe buradan tekrar teşekkür etmek isterim. Bu filmin oluşumunda çok büyük bir katkıları ve çabaları var.
Y.B.: Filmin en kuvvetli taraflarından biri de müziğin Stefan Will'in orijinal bestesi olması. Müzik, filmdeki gerilim seviyesini bambaşka bir boyuta çıkarıyor. Herhangi bir şey görmeden müziği duyduğum anda bile tüylerim diken diken oluyor. İkonik bir film müziğinin Türkiye sinemasına katıldığını söyleyebiliriz.
E.A.: İzleyicilerimiz müziğe Spotify'dan ulaşabilir. Burning Days adıyla Spotify'da arama yapılırsa, Stefan Will'in müziklerine rahatlıkla ulaşılabilir. Bu filmdeki müzikal işbirliği, beklentinin ötesindeydi. Stefan’la da ilk kez çalışıyorum. Ama uzun uzun konuşma şansımız oldu. Senaryoyu da çok sevdi. Hatta kendi bütçesinden de fedakarlık ederek çalıştı. Hiç bir araya gelmedik. İnternet üzerinden konuştuk, anlaştık. Bu da önemli bir karardı. Filmlerimde hiçbir zaman bu şekilde müzik kullanmamıştım. Abluka’da Cevdet'le bir çalışmamız vardı ama o da tam müzik diyemeyeceğim cinste bir şeydi, daha çok bir ses tasarımıydı. Bu anlamda bu filmin müziği yeni bir deneydi benim için ve bir riskti. Ama Stefan müzikleri gönderdikçe ve biz müzikleri filme yerleştirdikçe, feedback’ler verip aldıkça, ortaya çıkan şey beni çok tatmin etti.
M.B.: Kurguya da değinelim. Geçen hafta Avrupa Film Ödülleri’nde, Özcan Vardar ve Eyrem İpeker'in kurgusuyla Türkiye ilk defa teknik bir ödül aldı. Filmi ödül duyurusu yapıldıktan sonra görmüştüm. Ödülleri neden aldıklarını anladım. Bir kısmı da senaryodan gelen şeyler. Ne kadarı kurgu masasında ortaya çıktı? Ne kadarı baştan planlanmıştı?
E.A.: Yapı tabii ki masada planlanmıştı.Flashback’lerin nerede gireceği masada planlanmıştı ama zamanlaması süreçte değişti. Yani senaryoda belli bir planı yerleştirdiğin yer değişiyor. Flashback’lerin kendi iç sıralamaları değişiyor. Her ne kadar ilk fikir senaryoda gelişmiş olsa da, çok fazla deneme yanılma sürecinden geçtik. Filmin genelinde de silinen bir sürü sahnede oldu. Filmin ritmi de temel dertlerimizden bir tanesiydi. Kaba kurgu çok uzundu. 130 dakika da uzun ama film çok daha uzun olacaktı. Filmin süre açısından da hem filmin genel hikâyesini hem de bu hikâyenin ritmini düşünerek önemi haiz kararlar almak zorunda kaldık.
M.B.: Film, Avrupa Parlamentosu’nun izleyici ödülü LUX’a da aday gösterildi.
E.A.: Bu vesileyle öğrendim.Çok sevindik. Avrupa Parlamentosu'nun seçtiği beş film arasına girdik, diğer dört film de Avrupa'nın bu sene en çok ses getirmiş filmlerinden oluşuyor.
Y.B.: Yanıklar Köyü, Türkiye'nin mikrokozmosu. Kurak Günler, Türkiye'nin içinde kendimizi bulduğumuz siyasi, kültürel, hatta ekonomik bütün arka planı bir arada veren bir film. Ama filmin işlediği tüm konuları bir erkek meselesi olarak da ele alıyorsun. Akademik formasyonun çok güçlü, yıllarca hocalık yaptın. Bir sosyal bilimci ve tarihçi olarak bu konulara çok kafa yordun. Dolayısıyla Türkiye'nin içinde bulunduğu bütün bu çıkmazları, sömürüye ve patriyarkaya dayalı yönetimini nasıl değerlendiriyorsun?
E.A.: Patriyarka ve erkeklik meselesi diğer yaşadığımız siyasal kâbuslarla yakından ilişkili. Yıllarca bir tarihçi olarak faşizm anlattım. Faşizmin nasıl bir erillik imgesi üzerine oturduğu uzun uzun tartışılmıştır. Faşizmin toplumsal tabanında, özellikle genç erkeklerin rolü çok iyi bilinir ve tartışılır. Dolayısıyla zorbalık, başkasına diz çöktürme, egemen olma, kendi hayat tarzını başkasına dayatmanın erillikle çok yakından ilişkisi var. Ama buna indirgenemeyeceğinin de özellikle altını çizmek lazım.
Hatta tam da bu mesajı iletmek amacıyla filme hâkime Zeynep'i koydum. Bu mesele sadece bir biyolojik erkeklik meselesi değil. Erkeklik meselesinin biyolojiyi aşan, kadınları da kendi hegemonya alanına alabilecek bir boyutu var. Bunu zaten biliyorduk ama filmde de bu karakterle bir kez daha vurgulamak istedim. Hem filmlerimde hem de benim genç yaştan beri aldığım eğitimde şu vurgudan hiçbir zaman vazgeçilmedi: Patriyarka erkekler için de bir sorun. Erkekler bunun ayrıcalıklarını, avantajlarını kullanıyor ve sömürüyorlar. Ama aynı zamanda erkekler için de bunun bir sorun olduğu aşikâr. Bunun üzerine çok kitap yazıldı. Feminist literatürde de erkeklik meselesi bu açıdan çok ele alındı. Ben de bu perspektiften erkeklik meselesini ele almaya çalışıyorum.
M.B.: bell hooks’un da dediği gibi: “Feminizm herkes içindir.” İki yıldır Sinematek’in de yöneticiliğini yapıyorsun. Bunun sinemana herhangi bir etkisi oldu mu? Sinematek’teki çalışmaların seni sinemanın tarihini bir kez daha düşünmeye itti mi?
E.A.: Kesinlikle. Sonuçlarını hemen alamayız ama yıllar sonra, artık olgunluk sonrası diyebileceğim bir yaşta sinema tarihini tekrar değerlendirmek çok öğretici oldu. Çünkü biliyorsunuz biz genelde bu dönemi 20-30 yaşları arasında çok yoğun bir şekilde yaşıyoruz. Sinema klasiklerini yoğun bir şekilde tüketiyoruz. Otuzlarda da devam ediyor tabii ki ama ondan sonra giderek azalıyor. İnsan “Biz göreceğimizi gördük” moduna geçiyor. Gençken izlediğim filmleri doğru düzgün izlemediğimi de fark ediyorum. Bazılarını ise utanç içinde hatırlıyorum. “Ben bunu nasıl izlememişim” falan diye düşünüyorum. Kimi filmleri tekrar izlemek, sinema tarihine bambaşka bir gözle bakmamı sağladı. Bunun katkısı muhakkak olacaktır.